Yamadağlı Nuray

Yamadağı'ndan giyinmiş kuşanmış, alı al, moru mor, etekleriyle, ırgalanarak bir kadın iner gelir Köylü köyüne. Kadının adı Nuray'dır... Sever dağlarda yaşamayı. Kurt ile kuş ile yürümeyi. İster ki günlük güneşlik olsun günlerin tamamı. Her daim insanların şenlesin yüzü...

24 Kasım 2020 Salı

Öğretmen-Öğrenci

Öğretmen-Öğrenci
Eğitimin ayaklar altına alındığı günlerden geçiyoruz.
Baş tacı, olduğu gün ve yıllarda ise; canla başla okula gidip gelirdim.
Anaokulunda öğretmen olmak bambaşka bir duyguydu o güzelim yıllarda...
Dupduru gözleriyle, ışıldayan çocuk yüzlere, her sabah 'günaydın' demek, yaşamın en büyük enerjisiymiş.
Salgın hastalığın 'pandemi' dünyayı sarmasıyla beraber, biz öğretmenler!
Çocuklarımızın yüzlerine hasret kaldık.
Bırakın "günaydın" demeyi, neredeyse unutmaları oynamaya başladık.
İnsanı, çocuğu, yoldaşı, meslektaşı hepsini, ayrı ayrı yerlerde bırakarak dağınık yaşar olduk.
Hiç kimse beklemiyordu, böyle bir ayrılığı.
Saçları iki yandan örgülü bir kız çocuğu ile göz göze gelemeden geçecek yılları, kimse beklemiyordu.
Beklenmeyen 'bela' geldi
Buldu insanlığı.
En çok da 'eğitimi' ve 'sağlığı' vurdu.
İnsanın, insanla bir arada durarak çalışması kadar 'tatlı'...
Böyle belalar gelince de 'acıtan' hemen hemen hiç bir şey yoktur.
Öğretmen, öğrencisiyle temas halindedir. Eğitimin-öğretimin içinde bulunurlar.
Doktor, hemşire; hastasıyla iç içedir.
Bunlardan bir taraf sakatlanırsa; işte o zaman acılar başlar.
Benim ve tüm meslektaşlarım; aynı acıları çekmeye devam ederken, her an çocuklarımızın gözünde gördüğümüz; bilgi ateşinden uzak kaldık.
Zor günlerden geçiyoruz.
Bugün andıklarımız; öğretmen-eğitimciler değil midir?
Zor günleri nasıl atlatacağımızı bize anlatanlar! Yine onlardı...
Öyleyse yeniden silkelenip, tüm öğrendiklerimizi hayata geçirerek, tünelin sonundaki ışığı görmeliyiz.
Işığın, süzülen ilk yerinde, çocuklarımız bizi bekliyor.
Bizse, adım adım, onları kucaklamaya ilerliyoruz.
Yürümekten vazgeçemediğimiz zaman, kavuşacağız.
Sevgiyle kalın...

Köylü, 24 Kasım 2020

5 Kasım 2020 Perşembe

Kurtarılmayı Beklemek

Kurtarılmayı Beklemek (Ayda Bebek)



İki el, birbirini sararak, hayata meydan okudular. Minik el, doksan saat önce evlerinin mutfağında, annesiyle birlikte, kek ya da köfte yapıyorlardı. Sımsıcaktı yürekleri, tıpkı elleri gibi, içleri de samimiydi.

Küçük kız çocuğu, üzerinde bir atlet ve külotla sıcak odasında, oradan oraya mutlu bir halde koşturup duruyordu.
Birden bire her yer sallanmaya başladı. Annesi yanına gelip, kendisini kucağına alana kadar, çocuk bunu bir oyun sanıyordu. Sallantı hızını artırdıkça da anne ve çocuğun kaygısı artıyordu. Anne bunun bir deprem sarsıntısı olduğunu bildiğinden, kızını kucaklayıp tezgâhın altına kapandılar.
O an olan oldu…
Bina yıkılınca; anne ve minik kızın bulunduğu alan yerle bir olmuş, un ufak kum haline gelmişti. Zaten deprem derin bir sarsıntıyla başlar, hızlanır, bir yeri yıkar, sonra yavaşlamaya başlardı. O kısa süre içinde dünya ve hayatlar tepetaklak olur…
Minik kız bilinçsiz bir halde, bulunduğu harabeden her an kurtulmayı bekler.
Belki annesiyle bir süre konuşarak orada mutfak sohbetlerini sürdürdüler.
Yerin karanlık dehlizinde olup biteni bilemiyoruz.
Beton, kalas, demir, toz toprak yığınları arasında kalan, minik çocuğun annesi uzun bir uykuya yatmıştı. Kendine yaşam alanı sağlanmış olan küçük kız, “Anneee! Anneee!” diye saatlerce gece gündüz ağlayarak, bazı anlar ise metanetle seslenmiş olsa da annesinden hiç bir ses duymamıştı. O karanlık mezarda öylece bir başına taşların arasında kalmıştı.
Burası neresiydi, bilmiyordu. Annesi niçin uyanmamıştı? Anlayamıyordu olup biteni…
Sadece kırk saniyelik bir sallantının ardından karanlık ve kimsenin olmadığı yerde yalnız olarak yatıyordu.
Uyuyup, uyanıyordu…
Temiz çarşafı, yorganı ve annesi yine yoktu.
Sadece kâh uyanık, kâh uyuyarak yatıyordu.
Üzerinde kum yığılı olduğundan bacaklarını kıpırdatamıyor, sağa sola dönmeden öylece duruyordu.
Acıkıyordu ama su yoktu, yemek yoktu. Kocaman gözleriyle etrafına baktığında, her taraf taş topraktı. Burası aslında diri diri girilen bir mezardı.Fakat çocuk mezar nedir onu da bilmiyordu.
Öyle bir an geldi ki, yukarıdan birisi sesleniyordu. Çocuk sesi duydu ve cevap verdi:
“Buradayım! İyiyim! Adım Ayda! Beni kurtarın! Beni bu karanlıklarda bırakmayın...”
Üç beş cankurtaran kahraman beton yığınlarını delerek yerin dibine indi. Orada, küçük kuyu gibi yerde minik bir kız çocuğunu atletiyle üşümüş betonların arasında yatıyor gördüler. Çıplak kolları gri renge dönüşmüş öylece bekliyordu. Çimento tozu kaçmış kocaman açılmış çakmak gözlerini minik parmaklarıyla siliyordu. Gözleri nemliydi…
Annesi ses vermemişti uzun zamandır. Ona göre daha demin mutfakta oynayarak ‘köfte’ yapıyorlardı.
Yeryüzüne çıkınca, ilk isteği, annesi ve köftesiydi. Çünkü anne kız, ikisinin arasındaki son paylaşım, son konuşma bu olmalıydı. Olmadı olamadı.
Annesinden bir ömür koptuğunu henüz bilemeden, birçok insanın ellerinin üzerinde, serin, bir yel gibi, eserek hızla götürüldü.
Birilerinin hırsı; para pul sevdası bir başkalarına zindan olmaktaydı.
Ancak, yaşamak için dünyaya gelen çocuklar; derin, karanlık, yerin diplerini delerek, kardelen çiçeği gibi yeryüzüne çıkmayı başarmışlardı.
Umut ve yaşam yan yanaydı.
El ele tutuşmuş sohbet etmekteydiler…
Köylü, 3 Kasım 2020